Kanuni Mersiyesi Osmanlı döneminde “Muhibbi” mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman ile Divan şiirinin anıt isimlerinden Baki, aynı dönemde aynı gök kubbe altında karşı karşıya da geldiler. Nahcivan Seferi ertesinde kendisini övgülerle dolu bir “Kaside” ile karşılayan genç Baki’yi Kanuni himayesine almıştır. Ancak Baki’nin sağda solda ileri geri konuştuğunu duyup kızan aynı Kanuni, şiirsel bir fermanla Baki’yi Bursa’ya sürmüş ve Baki’nin bu sürgün kararını bir şiirle yermesi üzerine Padişah onu affetmiştir. Kanuni şu şiir-fermanla Baki’yi sürgün eder: “Bâki-yi bed Nefy-i ebed Bursa’ya red” Baki de bu sürgün kararını “Sen de ölümlüsün, bu dünya sana da kalmaz” hatırlatmasını yaptığı şu dizelerle yorumlar: “Öldünse ey Bâkî! Değildir mülki cihân Süleyman’a bâkî Buna çark-ı felek derler Ne sen bâkî, ne ben bâkî” Baki’nin özgür ruhunu şu mısraları yansıtır: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız; Hükm-i kazâya zerre kadar yok inaâdımız, Baş eğmeziz edânîye, dünya-yı dûn içün; Allah’adır tevekkülümüz, itimâdımız!” Kanuni öldüğünde ise Baki için bütün yaşananlar geride kalmıştır ve artık yapılacak tek şey, merhum Padişah için ağıt yakmaktır. Baki “Kanuni Mersiyesi”nde, Zigetvar Seferinde 71 yaşındayken ölen Padişah’ı Büyük İskender’le mukayese ederek onun her alandaki cömertliğini şöyle över: Kasideden mersiyeye “Şâh-ı Skender-efser ü Dârâ-sipâh idi Dünyâya hâk-ı bâr-gehi secde-gâh idi Bir lûtfu çok mürevveti çok pâdşâh idi” TERKÎB-İ BEND’DEN Mersiye-i Hazret-i Süleymân Hân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân (Birinci bend) Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng Tâ key hevâ/yi meşgale-i dehr-i bî-direng An ol günü ki âhir olub nev-bahâr-ı ömr Berg-i hazana dönse gerek ruy-ı lale-reng Âhir mekânının olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinde irse gerek câm-ı ayşa seng İnsân odur ki âyine veş kalbi sâf ola Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng İbret gözünde niceye dek gaflet uyhusu Yetmez mi sana vâkıa-i şâh-ı şîr-çeng Ol şeh-süvâr-ı mülk-i saâdet ki rahşına Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Engerüs Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng Yüz yire kodu lûtf ile gül-berg-i ter gibi Sanduka saldı hâzin-i devrân güher gibi (İkinci bend) Hakka ki zîb ü ziynet-i ikbâl ü câh idi Şâh-ı Skender-efser ü Dârâ-sipâh idi Gerdûn ayağı tozuna eylerdi ser-fürû Dünyâya hâk-ı bâr-gehi secde-gâh idi Kem-ter gedâyı az atâsı kılurdu bây Bir lûtfu çok mürevveti çok pâd-şâh idi Hâk-ı cenâb-ı Hazreti der-gâh-ı devleti Fuzl u belâgat ehline ümmîd-gâh idi Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim Şâh-ı kazâ-tüvân ü kader-dest-gâh idi Gerdûn-ı dûna zâr ü zebûn oldu sanmanuz Maksûdu terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi Cân ü cihânı gözlerimiz görmese n’ola Rûşen cemâli âleme hurşîd ü mâh idi Hurşîde baksa gözleri halkın dolagelür Zîrâ görünce hâtıra ol meh-likaa gelür (Beşinci bend) Gün doğdu şâh-ı âlem uyanmaz mı hâbdan Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn-cenâbdan Yollarda kaldı gözlerimüz gelmedi haber Hâk-i cenâb-ı südde-i devlet-meâbdan Reng-i izârı gitdi yatur kendü huşk-leb Şol gül gibi ki ayru düşübdür gül-âbdan Gâhî hicâb-ı ebre girer Husrevâ felek Yâd eyledikçe lütfunu terler hicâbdan Tıfl-ı şirişki yerlere girsün duâm odur Her kim gamından ağlamaya şeyh u şâbdan Yansun yakılsun âteş-i hecrinle âftâb Derdinle kara çullara girsün sehâbdan Yâd eylesün hünerlerüni kanlar ağlasun Tîğın boyunca kara batsun kırâbdan Derd ü gamınla çâk-i girîban idüb kalem Pirâhenini pâralesün gussadan âlem (Altıncı bend) Tîgın içürdü düşmene zahm-ı zebânları Bahsetmez oldu kimse kesildi lisânları Gördü nihâl-i serv-i ser-efrâz-ı nizeni Ser-keşlik adın anmadı bir daha bânları Her kande bassa pây-semendin nisâr içün Hânlar yolunda cümle revân etdi kanları Deşt-i fenâda murg-ı hevâ durmayub döner Tîgın Hudâ yolunda sebîl itdi cânları Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf Saldın demür kuşaklı cihân pehlevânları Aldun hezâr büt-kedeyi mescid eyledin Nâkuus yerlerinde okutdun ezânları Âhir çalındı kûs-ı rahîl itdin irtihâl Evvel konağın oldu cinân bûstânları Minnet Hudâya iki cihânda kılub saîd Nâm-ı şerîfin eyledi hem gaazi hem şehîd (Vezin: Mef’ûlü fâilâtü mefâilü fâilün)
Çevrilmesine gerek kalmadan anlaman imkansız çünkü bu Türkçe saray zümresi tarafından kullanılıyordu. Elbette keşke anlayan birileri olsaydı ama eğer sen 1500’lü yıllarda dahi yaşasan bu Türkçeyi anlayamazdın çünkü bu Türkçeyi anlayabilmek için hem Farsçayı hem de Arapçayı bilmen gerekiyor.
Ömer Faruk haklı. Baki 16. yüzyılda “sultanu şuara”dır. Yani divan şiirlerinin sultanıdır. Bu da Arapçayı ve Farsçayı çok iyi kullandığının bir kanıtıdır. Yanıtla